15 Şubat 2015 Pazar

Bir Feminist Ütopya: Kadınlar Ülkesi

Distopya adlı yazımı yazmama sebep olan birçok distopik okumalarımdan sonra ütopyaları da okumaya karar vermiştim. Son distopik kitabım Ursula K. Leguin'in Mülksüzler'ini okuduktan sonra bu kitabın ütopik mi yoksa distopik mi olduğuna karar verememiş, her iki kategori içinde de değerlendirilebilir olduğu kararına varmıştım. Charlotte P. Gilman'ın Kadınlar Ülkesi'ni okumaya başladığımda bir önceki yazımda bahsettiğim sebeplerden ötürü önsözünü, kitap bittikten sonra okumaya karar vermiştim. Önsöz başka bir yazar, Ann J. Lane, tarafından  kaleme alınmış, bugüne kadar yazılmış tüm ütopya kitaplarının Kadınlar Ülkesi'yle karşılaştırılmasını da içeriyor. Ayrıca distopya kitaplarından da bahsediyor ve benimle aynı fikirde olarak o da Mülksüzleri bir ütopya olarak tanımlıyor. Bu kısım beni gerçekten de çok ilgilendirdi. Bu önsözde bu türden başarılı bir derlemeyi gerçekten de beklemiyordum. Beni çok tatmin ettiğini, hatta tüm ütopyalarla distopyaları bir yazıda birleştirdiği için de ayrıca kıskandırdığını söylemeliyim. Ancak, bu önsöz, çok detaylı bir özet olmasa da Kadınlar Ülkesi hakkında birçok bilgiyi de içeriyor. Hatta kitabın sonunu bile söylüyor. Bu sebeple bence bu önsöz kesinlikle bir sonsöz statüsündedir. Hatta Kadınlar Ülkesi'nin devamı olan Bizim Ülkemiz hakkında da hem alıntılar, hem de birçok yorum içerdiği için bence çok tehlikeli bir sonsöz, zira benim Bizim Ülkemiz hakkındaki meraklarımı gidermiş, bu kitabı okuyup okumama kararımı tamamen değiştirmiştir.

Şimdi gelelim Kadınlar Ülkesi'ne. Öncelikle bu kitabı okuma kararımın onun yine bana bir hediye olarak gelmesiyle olduğunu söylemeliyim. Ancak bu hediye hem bir ütopya olması hem de çok sevdiğim bir arkadaşım tarafından bana hediye edilmesi sebebiyle ben deniz tarafımca 2 gecede bitirilmiştir. Dili ve uslübu oldukça akıcı. İnsanı meraklandıran bir kurgusu da var. Ancak inandırıcılığı hakkında ne yazık ki bu kadar olumlu olamayacağım. Kitapla ilgili spoiler olmayacağını düşündüğüm bir bilgi paylaşacağım. Kitap, 2000 yıl önce bir doğal afet sonucu, denizle ve dünyanın geri kalanıyla izole olması neticesinde oluşan saklı bir bölgede geçiyor. Bu bölgede doğal afet öncesi savaşlar olmuş ve erkeklerin büyük bir kısmı geri dönmemiş, kalan topluluk ise zorba bir yönetim tarafından eziyet ve işkence görmüş. Afet sonrasında kalan kadınlar, kendilerine eziyet edenleri öldürmüş, bir avuç erkek ise geçen yıllar sonucu hayatlarını kaybetmiş, sonuçta bölge yalnızca kadınların yaşadığı bir yer halini almış. Buraya kadar gayet mantıklı ilerleyen kurgu, bölgede bu kadınlardan 2000 yıl sonra 3 milyon kadının nasıl ütopik bir yaşam sürdüklerini açıkladığı an bence bozuluyor.

Kadınlar oldukça fazla zekiler, çok iyi fiziksel özelliklere sahipler, atletik, dayanıklı ve hastalıkları yenmiş haldeler. Annelik ve çocukların yetiştirilmesi onların hayatlarının merkezinde. Çocukları bu konuda çok iyi olan eğitici kadınlar yetiştirdiği için çocuklar da en iyi şekilde büyütülüyorlar. Çocuklar anneleriyle bizim kurduğumuz türden bir aile ilişkisi içerisinde değiller, hepsi bir aradalar ve hemen hemen aynı eğitimden geçiyorlar. Tabi ilerleyen yaşlarda istedikleri konularda detaylı eğitimler de alabiliyorlar. Kitapta bu durum oldukça uygunmuş gibi okuyucuya anlatılıyor, ancak ben bu şekilde düşünmüyorum. Okuduğum birçok distopik dünyada bireyselliğin yok edilerek tek tipte insan yetiştirilmesinin amaçlandığı, bu sayede de onları yönetmenin daha kolay olduğunu hemen hemen her distopyada okuduğum için, bu durum bana hiç de ütopik gelmedi.

Kitap, bir erkeğin gözünden anlatılıyor. 3 maceraperest  erkek bir bilimsel gezi vasıtasıyla bu ütopik kadınların yaşadığı ülkeyi keşfediyorlar. Kadınlar bu erkeklere tamamen dostça yaklaşıyorlar. Sonuçta kadınlar kendi bilgilerini onlarla paylaşarak, erkeklerin de kendi yaşadıkları dünyaları hakkında bilgi vermesini istiyorlar. Bu bilgi paylaşımı sırasında bu ütopya çok daha ayrıntılı bir şekilde okuyucuya aktarılıyor. Ayrıca bilgi paylaşımı sırasında aslında erkekleri eğitiyorlar ve artık onların yeterince eğitimden geçtiğine inandıktan sonra onlara güvenmeye başlıyorlar. Kadınlar hem korkusuz, hem de her durum karşısında çok sakinler. Gerçekten de okuyanı hayran bırakan kişilik özelliklerine sahipler. Ancak erkekler için böyle söylemek mümkün değil. Bu kitap tarz olarak bir feminist ütopya. Böyle olunca ister istemez biraz yanlı olabiliyor sanırım. Erkeklerden okuyucuya anlatıcı rolünde olan karakter, Van, bir sosyolog. Diğeri, Jeff,  tıp doktoru, Terry  ise yakışıklı, zengin bir çapkın, ancak onun da zekası azımsanacak durumda değil. Kitabın başında bu üç erkek hakkında anlatılanlar bu şekilde, ancak okuyup da kitabın içerisine girdiğiniz zaman bu kadınlarla olan ilişkilerinde ve diyaloglarında ne kadar başarısız ve tam bir moron oldukları okuyucuya her seferinde hissettiriliyor. Bu benim gözüme çok fazla çarptığı için kitap, bu noktada da inandırıcılığını benim gözümde yine yitiriyor. Kadınların ne kadar ütopik olduklarını anlamamız için erkeklerin moronlaştırlması bence yazar için bir kolaya kaçmaydı.

 Kitap genel olarak merak uyandırıcı ve ilginç bir konuya sahip. Bence okunmayı da eleştirilmeyi de hakediyor. Özellikle feminizmi benimseyenlerin beğeniyle okuyacaklarını düşünüyorum. Hatta her kadını onore eden üslübu sebebiyle arada bir tekrar okunulabilir
. Ayrıca kitap üslup olarak mizah da içerdiği için keyifle okunacak bir kitap. Herkese iyi okumalar.

11 Şubat 2015 Çarşamba

Darwinya

Şu sıralar ciddi olarak aralıksız kitap okuyorum.1 aydan kısa bir zamanda 4 kitap bitirdim. Okuduğum tüm kitaplar da doğum günümde bana hediye gelen kitaplardı, Darwinya da bunlara dahil.
 Kitabın türü fantastik-bilimkurgu olarak geçiyor. Yazarı Robert Charles Wilson. Yazar birçok ödül sahibi; ancak ben ilk defa bu yazarın bir kitabını okudum. İsmi oldukça ilgi çekici, kapak tasarımı da al beni oku diyor gerçekten de. Ben de aldım okudum. Sanırım 4 akşamlık okumada kitabı bitirdim.Ancak öncelikle şunu belirtmek istiyorum yazımda bolca spoiler vereceğim. Spoiler sevmeyenler dilerlerse kitabı okuduktan sonra yazıyı okuyabilirler. Bu dipnottan sonra gelelim kitabın konusuna. Kitap gayet güzel başladı, 1912 yılında bir sabah bir kalkıyorlar Avrupa'nın bulunduğu yerde bambaşka bir yer var. Tamamen bitkilerle, ormanlarla kaplı bir yer. Ama bitkiler de hayvanlar da bizim bildiğimiz türlere benzemiyorlar. Bu kısımlar bana o kadar çok Jules Verne'i anımsattı ki bilmesem onun bir kitabını okuyorum sanırdım. Başkahramanımız Guilford, bir fotoğrafçı, çok sevdiği bir karısı ve minik bir kızı var. Londra'ya gidiyorlar, çünkü Guilford bilimsel bir geziye fotoğrafçı olarak katılacak. Bu gezi Avrupa kıtasının bilimsel olarak keşfedileceği bir gezi olarak planlanıyor. Karısı ve çocuğunu, Londra'da karısı Caroline'nin akrabalarının yanına yerleştiriyor. Tabi Londra bildiğimiz Londra değil, o da yeni Avrupa'nın, Darwinya'nın bir parçası. Kitap çok hoş bir şekilde Darwinya'yı tanımlamaya çalışıyor, bitkileri, hayvanları anlatmaya çalışıyor, bu kısımlar benim de kitapta beğendiğim kısımlar arasında. Örneğin binek hayvanı olarak bir yılan kullanılıyor. Bu yılanın hem postu var hem de eti yenilebiliyor. Guilford'un da içinde bulunduğu bilimsel keşif grubu, çok zorlu yollardan geçiyor. Bu zamanlar aynı zamanda da politik olarak çalkantılı zamanlar. Çünkü Amerika da Darwinya'ya sahip olmak istiyor. Tam da bilimsel keşif gezisi sürerken Amerika saldırıyor, gazetelerde de Keşif grubundan haber alınamadığını yazıyor. Aslında partizanlar gerçekten de gruba saldırıyorlar ama Guilford ve bir kaç kişi kurtuluyor, ancak saldırıya tekrar uğramamak için geri dönemiyorlar, kıta içerisinde ilerliyorlar. Caroline ise Guilford'un öldüğüne inanıp, bir süre sonra başka birine aşık oluyor ve onunla birlikte Avustralya'ya gidiyor. Bu kısımlar tabi ki oldukça dramatik bir şeklide anlatılıyor. Bilim grubunun aktiviteleri kitapta bana göre zorlama bir şekilde, evrime sürekli atıfta bulunmaya çalışıyor. Buldukları yeni türlerden örnekler toplamaya çalışan grup, saldırı sırasında tüm örneklerin kaybettiği için bu görevden de vazgeçip hayatta kalma savaşı veriyorlar. Yani kitap aslında türlerin değişimi ve evrimle çok da ilgilenmiyor. Sanırım ilgi çekmek için bunu paravan  olarak kullanmış. Grubun hayatta kalma savaşı sırasında ve sonrasında kitap sanki başka bir yazar tarafından yazılmaya başlanmış gibi garip bir şekle bürünüyor. Fantastik öğeler oluşturulmaya çalışılıyor. Kitabı okurken  ara bir  bölüm karşınıza çıkıyor burada yine çok zorlama birşekilde kurgulanmış bir hikaye anlatılıyor. Bu hikaye evrende bulunan varlıkların milyonlarca yıl boyunca tarihi kayıt etmeye çalıştıklarını, ancak yapay bir zekanın bunu engellemek için çalıştığını ve tarihi bozduğunu bize anlatıyor. Yani ortada bir savaş var. Bu savaş da bir nevi Tanrıların savaşı olarak kitapta yer alıyor. Tanrılar dünyada seçtikleri bazı insanları avatarları olarak kullanarak  onları istedikleri şekilde yönetiyorlar. Guilford ve bilim grubundan bir kaç kişi iyi tarafın kontrol ettikleri avatarlarken, kötü tarafın kontrol ettiği kişilerin hayatları da hikaye içinde hikaye olarak yer yer anlatılıyor.
 Kabul ediyorum kitap ilginç bir kitap ancak herşey çok zorlama gerçekleşiyor. İlerleyen bölümlerde resmen Amerikan filmlerinde gördüğümüz biçimde seçilmiş kişinin tüm evreni nasıl kurtardığını okuyoruz. Aile bağları, sanki  Viktoria's Secret mankeninin  sırf güzel gözüktüğü için Amerikan aksiyon filmine entegre edilmesi gibi. Mankene verilen  rol havada kalmasın diye  zorlama bir Amerikan aile bağı kullanılır, üstelik bizim kitabımızda Viktoria's Secret güzeli de yok. Yine de kitabın hakkını vermek lazım, akıcı, insanı sürekli zinde tutan, acaba şimdi ne olacak, neden böyle oluyor dedirten bir kitap. Merak ettiğiniz soruların cevapları zekice olmasa da bence okunabilir bir kitap. Ufak bir ekleme daha yapıp yazıma son vereceğim. Avatarlarına tanrılar ölümsüzlük veriyor. Guilford herşey bittikten sonra tanrısına ölümsüz olmak istemediğini, sevdiği kişilerin ölümünü görmek istemediğini söylüyor. Tanrı da bu isteğini kabul ediyor, ve uzun bir süre ortalarda görünmüyor. Guilford ömrünü tamamlamak  üzereyken tanrısı tekrar geliyor ve ölümlü olmaya değdi mi diye soruyor. Cevabı biliyorsunuz. Bu kısım kitabın gerçekten de ne kadar çok Amerikan vari bir kitap olduğunu tamamen gözler önüne koyuyor. Sanırım buna benzer birçok film sahnesini daha önce görmüşsünüzdür. Kitabın bence en kısa zamanda Hollywood versiyonu çekilmeli, kitabı uyarlarken hiç zorlanmayacaklarından eminim, belki Viktoria's Secret güzeli bile koyarlar. Herkese iyi okumalar...

10 Şubat 2015 Salı

Sineklerin Tanrısı

William Golding'in Sineklerin Tanrısı hediye olarak geldi. Kitapla ilgili spoiler vermeden nasıl bir kitap olduğunu anlatmaya çalışacağım. Aslında Sineklerin Tanrısı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Zaten kitap, film ya da tiyatro gibi hikayesi olan sanat dallarını okumadan ya da izlemeden önce onlarla ilgili çok az bilgi edinmeye önem veriyorum, merak etmeyi seviyorum. İzledikten ya da okuduktan sonra ise artık onlarla ilgili ne kadar kaynak varsa bulup, öğrenmeye çalışırım. Benim izlenimlerimle bu konuda ehil kişilerin izlenimlerini karşılaştırıp ne kadarını yakalayıp yakalamadığımı gözlemlemeyi seviyorum. Sineklerin Tanrısı bu anlamda beni gerçekten de çok tatmin etti. Kitabın bendeki baskısı İş Bankası Yayınlarından. Bu baskının sonunda bir son söz kısmı var. Son Sözü tahmin edin kim yazmış: Mina Urgan. Zaten kitabın çevirisini de kendisi yapmış. Kitabı bitirdikten sonra son sözü okumak gerçekten de büyük bir zevkti. Mina Urgan 12 sayfa yazdığı son sözde, kitabı baştan sona tüm detaylarıyla özetlemiş, hatta yer yer kendi yorumlarına da rastlamak mümkün. Tam da aradığım izlenim paylaşımı işte böyle birşeydi. Kitap okumayı çok sevmeyen ama okumak isteyenler için kitabın yalnızca son sözü kitabı okumuş kadar hissetmelerine neden olabilir. Tabi burada William Goldwing'e haksızlık etmek istemem, çünkü koskaca kitabı okumakla yalnızca sonsözü okumak arasında dağlar kadar fark var. Sonuçta yazar detayları çok güzel anlattığı için kitabın içerisine çok rahat girebiliyorsunuz, ayrıca  gerçekten çok güzel betimlemeler var.
Şimdi gelelim kitabın konusuna. Kitap aslında benim tarzıma uzak bir kitap. Ben daha çok fantastik öğeler ya da orta çağ atmosferi seviyorum. Arada değişik kitaplar okumayı da seviyorum. Bu kitap da öyle bir kitap oldu. Sanırım kitapla ilgili çok net birşey söyleyebilirim. Kitap kesinlikle insan psikolojisini çok değişik bir açıdan, çok sert bir şekilde  irdeliyor. Ama kimseyi de incitmek istemediğinden kitabın zamanı çok ileriki bir yılda geçiyor. Yani yazar empati kurun ama bakın onların zamanı farklı bir zaman diyor aslında. Kitabın konusunu hemen bir kaç cümleyle açıklayacağım.Yaşları 6 ile 12 arasında değişen erkek çocuklarının savaştan kurtarılmak için bindirildikleri uçak, ıssız bir adaya düşüyor. Yetişkinlerden hiçbiri hayatta kalmıyor. Yalnızca çocuklar kurtuluyor. Konusu yalnızca bu kitabın. Tabi olaylar gelişiyor. Kitap bu şeklide başlıyor ve okuyanı oldukça fazla heyecanlandırıyor. Düştükleri ada oldukça verimli, su ve meyve oldukça bol. Ana karakterler aslında 3 kişi. Biri zekayı temsil eden Domuzcuk (ona bu lakabı takıyorlar ve adını hiç öğrenemiyoruz), diğer ikisi Ralph ve Jack. Ralph uygarlık ve demokrasi temsilcisi iken Jack ise faşist ve şiddet temsilcisi. Kitap, insan kişiliklerinin nasıl ortaya çıktığını ve nasıl manipüle edildiklerini çok güzel bir şekilde anlatıyor. Umarım çok fazla spoiler vermemişimdir:) Son olarak şunu da ekleyip  bitireceğim, elbetteki tek amaçları adadan kurtulmak olan çocuklar bunun için adada sürekli yanacak bir ateş yakma görevini üstleniyorlar, ancak bir süre sonra neyin daha önemli olduğunu unutabiliyorlar. Herkese iyi okumalar...

9 Şubat 2015 Pazartesi

Tuvalet Kağıdı Rulosunda Fide Yetiştirme

Birkaç farklı kaynaktan da öğrendiğim üzere Şubat ayı yaz sebzeleri için tohumların ekim zamanıymış. Geçen yaz yediğim en lezzetli domateslerin, biberlerin tohumlarını kurutmuştum. Hatta bahçede yetiştirdiğimiz bir salatalığı toplamayı unutmuştuk, yenemeyecek kadar fazla olgunlaşıp bir sürü tohum üretmişti onun da tohumlarını toplamıştım. Reyhanların, fesleğenlerin, nanelerin ve rokaların tohumlarını da toplamıştım. Özellikle sonbahar aylarında birçok bitki, tohumlarını bırakmaya başlıyor. Biraz dikkatli olunca bu tohumların nerelerde olabileceğini anlamaya başlıyorsunuz. Mesela reyhan çiçek açtıktan sonra kuruyan çiçekleri birsürü tohum oluşturuyor. Ancak bunları zamanında toplamazsanız hepsi yere dökülür size de bir tane bile tohum kalmaz, bunun için çiçekler kurur kurumaz çiçekli dalı kesip saklayın, içinin tamamen tohumla dolu olduğunu göreceksiniz. Nane tohumlarını ise bu sene ilk defa gördüm. Nane de sonbaharda mavi çok küçük çiçekler açıyor, bu çiçekler kuruduğunda yine tohuma dönüşüyor; ancak tohumlar inanılmaz küçükler o yüzden toprağa bu kuruttuğunuz çiçekleri de ekseniz olur, tohumlar nasıl olsa onların içerisinde duruyorlar.
 Kendime tohumlarım için güzel bir kap buldum. Her tohumu  kuruttuktan sonra paketleyip üzerine tarihi, ne tohumu olduğu ve nereden olduğuna dair bilgileri de kaydettim. Hazırladığım bu tohum kutusunu yaz sezonu bitince eve dönüşte yanımda getirmiştim. Ayrıca tohumları sizin gibi tohum toplayıcılarıyla paylaşmak da çok eğlenceli bir etkinlik olabilir.
 Bu sıralar yazlığa gidemeyecek kadar soğuk, ancak tohum ekmek için çok uygun bir zamandayız. Geçen sene biryerlerde fideler için tuvalet kağıdı rulolarını kullandıklarını duymuştum. Bu fikir oldukça aklıma yattı. Çünkü tohumlar için daha önce plastik su bardakları kullanıyordum, bunlar hem maddi olarak bir değere sahip, hem de plastik oldukları için beni rahatsız ediyorlardı. Tuvalet kağıdı ruloları ise hem bedava, hem de çevre dostu, hatta fide dostu. Topraktaki fazla suyu emdiği için, toprak kuruduğunda bu suyu tekrar toprağa vererek toprağın nemli kalmasına yardımcı oluyor. Bu sayede rulonun kuru olduğunu gördüğünüzde suya ihtiyacı olduğunu da anlamış oluyorsunuz. Ayrıca plastik bardağın zamanla toprağa  kimyasal artıklarını geçirme ihtimali varken tuvalet kağıdı rulosunda böyle bir risk bulunmuyor. Şimdi gelelim tohum ekim işlemine. Fotoğrafta oldukça net bir şekilde nasıl olduğunu görebilirsiniz. Ruloların altına kağıt sıkıştırabilirsiniz, daha sonra ruloların içini toprakla doldurun, son kısmını biraz boşluk bırakın. Buraya ekeceğiniz tohumlardan serpiştirin ancak çok fazla sayıda tohum koymayın yoksa fidelerinizi toprağa alırken zorlanabilirsiniz. Yaklaşık 7-8 adet tohum bir rulo için yeterlidir. Tohumları koyduktan sonra üzerine 2 parmak kadar toptakla kaplayın, bu şekilde ekim işlemini bitirmiş olacaksınız. Burada önemli noktalardan biri de ruloların birbirine destek olabilmesi için sıkışık olarak yerleştirilmesidir. Ayrıca zamanla su yüzünden rulonuz açılmaya başlayabilir, merak etmeyin böyle bir durumda rulonuzu kağıt ataçlarıyla tutturabilirsiniz. Bir diğer nokta ise sulama. Bu her tohum için geçerli bir kural aslında, sulamayı damla sulama şeklinde yapmalısınız ve tohumlar çatlayana kadar bunu hergün düzenli olarak sürdürmelisiniz, çünkü tohumları çatlatmak için gerekli olan tek şey nem. Çok fazla nemden bahsetmiyorum yoksa bu sefer de tohumlarınız çürür. Damla şeklinde sulamayı üzerinde minik delikleri olan bir sulama kabıyla ya da sprey şişelerle yapabilirsiniz. Toplamda bu rulolarla 2-2,5 ay kadar birlikte olacaksınız, daha sonrasında fidelerinizi istediğiniz yere ister rulolarıyla birlikte ister ruloyu toprağından ayırarak ekebilirsiniz. Ekim öncesi rulodaki toprağın hafif kuru olması işleri daha kolay halletmenize yarayacaktır. Rulolarla birlikte fidelerinizi toprağa almanızda bir sakınca yok, sonuçta kağıt da  toprak kadar gayet organik bir madde. Bir de rulolarınızı taşıyabileceğiniz, onların bir arada durmasını sağlayacak bir leğen, hatta karton kutu kullanmalısınız. Ben karton kutu bulamadım, o yüzden bu plastik leğene kaldım. Ruloların üzerine hangi tohumları ektiğinizi de kurşun kalemle yazarsanız hangisinin ne fidesi olduğunu karıştırmamış olursunuz. Herkese bol ürünlü bir yaz diliyorum...

Zencefilli, Tarçınlı, Karanfilli 14 Şubat Sevgililer Günü Kurabiyeleri

Uzunca bir aradan sonra tekrar yazmaya vakit bulmak çok güzel. Şu sıralar evlilik telaşı içerisindeyim. Geçen cumartesi nişanlandım. Nişanı evimizde yaptık. Herşeyi kendim yapmak istedim. Bu kurabiyeler için de birçok pastahane gezdim. Piyasa şeker hamurlu kurabiyelerden geçilmiyor. Hem yüksek fiyatlı hem de ben gerçekten o kurabiyelerin artık modasının geçtiğini düşünüyorum. Alternatif birşeyler ararken bir arkadaşım kendin evde yapsana dedi. Aslında hiç daha önce yapmadığım için olmaz yapamam demiştim. Derken Sofra Dergisinin Şubat sayısı geldi.14 Şubat yakın olduğu için Sofra Dergisinin bu sayısı tamamen kurabiye ve pastalara ayrılmış. Dergiyi çok beğeniyorum, görüp beğendiğim her tarifi denediğimde istediğim sonucu elde edebiliyorum. Neredeyse 1 yıldır da aboneyim, tavsiye ederim. Şubat sayısında gördüğüm iki tarif  tam da aradığım kurabiyeyi yapmam için bana ilham verdi. Tariflerden biri kurabiyenin nasıl yapılacağını, ikincisi ise kurabiyeye nasıl şekil verip, kurdele takacağımı bana gösterdi. Arge çalışmaları niyetine  kurabiyeyi 3 kez yaptım. İlkinde  tadını görmek için, ikincisinde tadını tutturmak ve kurdele geçirip geçiremeyeceğimi anlamak için, üçüncüsü de nişanım için. İlk denememde tarifi tam uyguladım, şekeri benim zevkime göre daha az, baharatı da daha fazla olabilir diye düşündüm, ve son halini bu şekilde uyguladım. Ben orjinal tarifini burada paylaşacağım, siz de baharatların ve şekerin miktarlarında dilediğiniz gibi değişiklikler yapabilirsiniz.Ben baharatları %50 artırdım, şekeri de göz kararı 50 gr kadar azalttım.
Orijinal Tarifin İçindekiler:
2 yumurta
200 gr oda sıcaklığında tereyağı
1 çay bardağı mısır nişastası
1 su bardağı pudra şekeri
1 çay kaşığı karbonat
1 çay kaşığı tarçın
1 çay kaşığı toz zencefil
1 çay kaşığı karanfil
1 buçuk su bardağı un.
Ben bu tarifde pudra şekeri yerine toz şeker kullandım sonuç güzel oldu. Un miktarı 1 buçuk su bardağından çok daha fazla oldu, normal bir hamur haline gelmesi için çok daha fazla una ihtiyacım oldu. Baştan söyleyeyim hamur çok zor bir hamur, onu yoğurmak çok zordu, ama kıvamına gelince şekil vermek çok kolay oldu. Pişirme derecesi 180 °C ve kurabiyelerin üzeri pembeleşimceye kadar pişiriyorsunuz.
Tarifdeki malzemeleri yalnızca birbiriyle karıştırıyorsunuz, yumurta, şeker ve yağı kendi içinde karıştırdıktan sonra baharatları ve geri kalan malzemeleri karıştırıyorsunuz. Bende toz halinde karanfil-tarçın karışımı vardı, sizde olmayabilir, karanfili havanda dövüp toz haline getirebilirsiniz.
Şimdi de şekil verme ve kurdele geçirme kısmına gelelim. Şekil vermek için büyük sayılabilecek kalp şeklinde metal bir kurabiye kalıbı satın aldım. Dergideki ikinci tarifde kurdele geçirmek için şekil verdikten sonra pipetle delik açabilirsiniz yazıyordu. Dergide yalnızca kurabiyenin kurdeleli halini görebiliyordum. O yüzden Ar-Ge çalışmalarımda kurdele bağlamak için kalp şeklini verdikten sonra pipetle yanyana iki delik açtım. Pipetle delik açma nasıl olacak derken deneyince olduğunu gördüm. Her delik için pipeti hamura sapladığınızda pipetin içindeki boşluğa hamur girerek delik açılmış oluyor. Deneyince çok kolay olduğunu göreceksiniz. Pişince kurdele geçirmeye çalıştım ama olmadı, ben de yorgan iğnesine kurdeleyi geçirip deliklerden öyle geçirdim kurdeleleri. Bazı delikler pişerken küçülebiliyor, onları da iğneyle genişletebilirsiniz. En son kurdeleleri fiyonk şeklinde bağladım, ve kurabiyelerimi hasır bir sepette sundum.Kurdeleleri ince alırsanız daha şık bir görüntü oluyor.  14 Şubat, doğum günleri ya da özel birgün için hem şık hem de farklı bir kurabiye. Değişik kurdelelerle farklı konseptler de yapılabilir, kurdele ararken denizci temalı kurdeleler bile bulmuştum, burada yaratıcılık size kalıyor. Afiyet olsun...